Vizyon Kuyumcu
Kenan ERZURUMLU
Köşe Yazarı
Kenan ERZURUMLU
 

Türkiye’nin Demografisi: III

“Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size semavi menşeden gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emirlerinizi bekleyeceğim. Fakat elbiselerimizin önünü açmağa, dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeğe gelince, örf ve adetlerimiz çok eski olduğu içinonları bozmağa cesaret edemedim. Bütün milletimiz de aynı kalbe sahiptir.”[1] Işbara Kağan (MS 585) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkuresi, “Tüm Dünyada sözünü geçirerek, adil bir sistemi kurmak” esasına dayanır. Sosyal psikoloji olarak bu ideoloji, “Türk yaratılmanın ve ilahi bir görev üstlenmenin gururu” ve “kutsanmış yöneticiler tarafından idare”yi içerir. Uygulamada ise, yöneticiler kurultay tarafından seçilir; gerekirse azledilirdi. Yönetici (Kağan), milletin ve elin(yurdun) sahibi değil, koruyucusu-hizmetkârı idi. Kişisel malvarlığı olamazdı. Ganimetlerden aldığı payı halka dağıtır; dahası malvarlığını yağmalaması için halka açardı. Dilimizde halen kullanılmakta olan “hân-ı yağma” deyimi de buradan gelmektedir. Kısacası, Kağanlar, kurultaylar tarafından seçilir ve yine kurultay tarafından azledilebilirdi. Son derece “demokratik” görülen ve “beylerin” kağanı denetlemesine imkân veren bu kural, yöneticiler için bir risk (tehdit) faktörü oluşturuyordu. Ancak, kurultayda, “töre” söz konusu olduğunda; “Töredir; Hânım! Töre önünde budun düşünülmez.” dendiğinde hiç kimsenin itiraz edecek yetkisi kalmıyordu. İslâmiyet’i kabulümüze kadar devam eden bu uygulama, din değiştirmemizle birlikte yıpratılmaya başlanıldı ve yöneticiler için beyler, kendilerini değiştirme gücüne sahip kişiler olarak görülmeye; yetkileri kısıtlanmaya çalışıldı. İslâmiyet’i kabulümüz sırasında hâlâ yeterince açıklığa kavuşturulamamış birkaç konu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, “Tanrı’nın dünyaya nizam vermek için yarattığı” ve çok büyük katliamlara rağmen, millet olarak “Arap dışı tüm Müslümanları ikinci sınıf insan” kabul eden anlayışa nasıl tahammül ettiğimizdir. “Araplar bizi katletti, zorla Müslümanlığı dayattı” demektense, Talkan ve Curcan katliamlarını hiç yaşanmamış gibi kabul etmeyi uygun görüyoruz. Talkan ve Curcan’da katledilen yaklaşık 150.000 soydaşımız; köle ve cariye yapılan 50.000’den fazla kızımız delikanlımız hiç yaşamamış sayılıyor. Kuteybe’nin bir seferde öldürdüğü-ağaçlara astığı 40.000 soydaşımızdan söz bile edilmiyor. Peygamber Efendimizin vefatından sonra Arap Müslümanları arasında ortaya çıkan iktidar kavgasının, ilk beş halifeden dördünün (Ömer, Osman, Ali, Hasan) yine Müslümanlar (Sahabeler) tarafından öldürülmesi hiç konuşulmuyor. Arap dışı müslüman toplumlarda Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasını sağlayacak meal çalışmalarının niye yapılmadığı tartışılmıyor. Erken kalkan Arabın yönetici (halife olduğu) ve “ben de öldürülecek miyim?” kuşkusuyla yaşadığı anlayışın, “Tanrı tarafından kutsanmış ve kurultay tarafından seçilmiş Türk hanedanlarını nasıl etkilediği”nden söz bile edilmiyor. Emevilerin zulüm-tahrif-yalanlarla desteklenen iktidarından sonra, Abbasîler döneminde de zulüm devam ederken, askeri dayanak olarak Arap olmayan Müslümanlardan yararlanmak yoluna gidiyor. İmam-ı Azam bu dönemde hapishanede öl(dürülü)yor. Türk hakanları, İslâmiyetle birlikte, yakın çevreye güvensizlik, endişe ve yabancı asker-yöneticiye öncelik tanıyan anlayışı, devlet idaremize sokuyorlar. O kadar ki, kendilerini seçen Kurultayları bile tahtları için risk görüp; yerine İslâmi kökenli bir kurum olan divanları, atlarımızın toynaklarının ezdiği toprakların insanlarından seçiyorlar. Kendilerinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri TÖREyi dönme-devşirmelere feda ediyorlar. Işbara Hanın reddettiği, elbiselerimizin önünü açma, dalgalanan saç örgülerimizi çözme, eylemlerini tereddütsüz kabul  ederken yerlerine dazlak kafaları ve çember karasakalları koyuyorlar. Bu esnada dikkat çekici bir şey daha oluyor: Atalarımız kabul ettikleri tüm dinlerin kutsal kitaplarını Türkçe’ye çevirip anlayarak ibadetlerini yapmasına karşılık, Karahanlılar döneminde başlayan “satır altı Kur’an meali” çalışmaları bilinmez bir sebeple tamamlanamıyor ve Atatürk dönemine kadar, “Arapça kutsal dil (?)”, Kur’an-ı Kerîm “anlaşılamayan kutsal kitap haline getiriliyor. Ve Arabın örf –adeti İslâm adına milletimize aşılanıyor. Ortodoks İslâmı temsil eden bu akımlar karşısında, Maturidi-Hanefi-Yesevi çizgisinin oluşturduğu Türk Müslümanlığı yerleşip yaygınlaşıyor. Türk tarihinde, -batılı sosyologların tabiri ile- “dual society” (ikili toplum yapısı) oluşmaya başlıyor. (İzleyen asırlarda bu ayrım daha da derinleşecek ve merkez-çevre çatışmasına dönecektir.) Büyük Selçuklular döneminde Farsça resmi dil olarak kabul edilirken, orduda paralı-yabancı (bir kısmı Müslüman) askerlerin sayısı giderek artıyor. Buna rağmen, tarihimizin en büyük zaferlerinden biri (Malazgirt) dinlerimiz ayrı-kanlarımız aynı kardeşlerimizin (Uzlar, Peçenekler, Kumanlar) desteğiyle gerçekleşiyor. Pasinler Muharebe’sinde aralanan, Malazgirt’te açılan kapıdan akan Oğuz göçü sayesinde Anadolu Türk Devleti kuruluyor. Devam edeceğiz…   [1] Nurcan Kalkır, Selma Başkan. Göktürk Kağanlarının Kültürden Uzaklaşma Eğilimi ve Sebepleri: Taspar Kağan ve Işbara Kağan. Tarih İncelemeleri Dergisi, XXXIV / 2, 2019, 595-608, DOI: 10.18513/egetid.661612. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul. 2015, s. 100. Prof. Dr: Osman Turan, “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” 1. Cilt, İstanbul 1969, s 89.  
Ekleme Tarihi: 18 Ocak 2024 - Perşembe
Kenan ERZURUMLU

Türkiye’nin Demografisi: III

“Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size semavi menşeden gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emirlerinizi bekleyeceğim. Fakat elbiselerimizin önünü açmağa, dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeğe gelince, örf ve adetlerimiz çok eski olduğu içinonları bozmağa cesaret edemedim. Bütün milletimiz de aynı kalbe sahiptir.”[1]

Işbara Kağan (MS 585)

Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkuresi, “Tüm Dünyada sözünü geçirerek, adil bir sistemi kurmak” esasına dayanır. Sosyal psikoloji olarak bu ideoloji, “Türk yaratılmanın ve ilahi bir görev üstlenmenin gururu” ve “kutsanmış yöneticiler tarafından idare”yi içerir.

Uygulamada ise, yöneticiler kurultay tarafından seçilir; gerekirse azledilirdi. Yönetici (Kağan), milletin ve elin(yurdun) sahibi değil, koruyucusu-hizmetkârı idi. Kişisel malvarlığı olamazdı. Ganimetlerden aldığı payı halka dağıtır; dahası malvarlığını yağmalaması için halka açardı. Dilimizde halen kullanılmakta olan “hân-ı yağma” deyimi de buradan gelmektedir.

Kısacası, Kağanlar, kurultaylar tarafından seçilir ve yine kurultay tarafından azledilebilirdi. Son derece “demokratik” görülen ve “beylerin” kağanı denetlemesine imkân veren bu kural, yöneticiler için bir risk (tehdit) faktörü oluşturuyordu. Ancak, kurultayda, “töre” söz konusu olduğunda; “Töredir; Hânım! Töre önünde budun düşünülmez.” dendiğinde hiç kimsenin itiraz edecek yetkisi kalmıyordu.

İslâmiyet’i kabulümüze kadar devam eden bu uygulama, din değiştirmemizle birlikte yıpratılmaya başlanıldı ve yöneticiler için beyler, kendilerini değiştirme gücüne sahip kişiler olarak görülmeye; yetkileri kısıtlanmaya çalışıldı.

İslâmiyet’i kabulümüz sırasında hâlâ yeterince açıklığa kavuşturulamamış birkaç konu bulunmaktadır.

Bunlardan ilki, “Tanrı’nın dünyaya nizam vermek için yarattığı” ve çok büyük katliamlara rağmen, millet olarak “Arap dışı tüm Müslümanları ikinci sınıf insan” kabul eden anlayışa nasıl tahammül ettiğimizdir.

“Araplar bizi katletti, zorla Müslümanlığı dayattı” demektense, Talkan ve Curcan katliamlarını hiç yaşanmamış gibi kabul etmeyi uygun görüyoruz. Talkan ve Curcan’da katledilen yaklaşık 150.000 soydaşımız; köle ve cariye yapılan 50.000’den fazla kızımız delikanlımız hiç yaşamamış sayılıyor. Kuteybe’nin bir seferde öldürdüğü-ağaçlara astığı 40.000 soydaşımızdan söz bile edilmiyor.

Peygamber Efendimizin vefatından sonra Arap Müslümanları arasında ortaya çıkan iktidar kavgasının, ilk beş halifeden dördünün (Ömer, Osman, Ali, Hasan) yine Müslümanlar (Sahabeler) tarafından öldürülmesi hiç konuşulmuyor. Arap dışı müslüman toplumlarda Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasını sağlayacak meal çalışmalarının niye yapılmadığı tartışılmıyor.

Erken kalkan Arabın yönetici (halife olduğu) ve “ben de öldürülecek miyim?” kuşkusuyla yaşadığı anlayışın, “Tanrı tarafından kutsanmış ve kurultay tarafından seçilmiş Türk hanedanlarını nasıl etkilediği”nden söz bile edilmiyor.

Emevilerin zulüm-tahrif-yalanlarla desteklenen iktidarından sonra, Abbasîler döneminde de zulüm devam ederken, askeri dayanak olarak Arap olmayan Müslümanlardan yararlanmak yoluna gidiyor. İmam-ı Azam bu dönemde hapishanede öl(dürülü)yor.

Türk hakanları, İslâmiyetle birlikte, yakın çevreye güvensizlik, endişe ve yabancı asker-yöneticiye öncelik tanıyan anlayışı, devlet idaremize sokuyorlar.

O kadar ki, kendilerini seçen Kurultayları bile tahtları için risk görüp; yerine İslâmi kökenli bir kurum olan divanları, atlarımızın toynaklarının ezdiği toprakların insanlarından seçiyorlar.

Kendilerinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri TÖREyi dönme-devşirmelere feda ediyorlar.

Işbara Hanın reddettiği, elbiselerimizin önünü açma, dalgalanan saç örgülerimizi çözme, eylemlerini tereddütsüz kabul  ederken yerlerine dazlak kafaları ve çember karasakalları koyuyorlar.

Bu esnada dikkat çekici bir şey daha oluyor: Atalarımız kabul ettikleri tüm dinlerin kutsal kitaplarını Türkçe’ye çevirip anlayarak ibadetlerini yapmasına karşılık, Karahanlılar döneminde başlayan “satır altı Kur’an meali” çalışmaları bilinmez bir sebeple tamamlanamıyor ve Atatürk dönemine kadar, “Arapça kutsal dil (?)”, Kur’an-ı Kerîm “anlaşılamayan kutsal kitap haline getiriliyor.

Ve Arabın örf –adeti İslâm adına milletimize aşılanıyor. Ortodoks İslâmı temsil eden bu akımlar karşısında, Maturidi-Hanefi-Yesevi çizgisinin oluşturduğu Türk Müslümanlığı yerleşip yaygınlaşıyor.

Türk tarihinde, -batılı sosyologların tabiri ile- “dual society” (ikili toplum yapısı) oluşmaya başlıyor.

(İzleyen asırlarda bu ayrım daha da derinleşecek ve merkez-çevre çatışmasına dönecektir.)

Büyük Selçuklular döneminde Farsça resmi dil olarak kabul edilirken, orduda paralı-yabancı (bir kısmı Müslüman) askerlerin sayısı giderek artıyor.

Buna rağmen, tarihimizin en büyük zaferlerinden biri (Malazgirt) dinlerimiz ayrı-kanlarımız aynı kardeşlerimizin (Uzlar, Peçenekler, Kumanlar) desteğiyle gerçekleşiyor.

Pasinler Muharebe’sinde aralanan, Malazgirt’te açılan kapıdan akan Oğuz göçü sayesinde Anadolu Türk Devleti kuruluyor.

Devam edeceğiz…

 

[1] Nurcan Kalkır, Selma Başkan. Göktürk Kağanlarının Kültürden Uzaklaşma Eğilimi ve Sebepleri: Taspar Kağan ve Işbara Kağan. Tarih İncelemeleri Dergisi, XXXIV / 2, 2019, 595-608, DOI: 10.18513/egetid.661612.

İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul. 2015, s. 100.

Prof. Dr: Osman Turan, “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” 1. Cilt, İstanbul 1969, s 89.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.