Vizyon Kuyumcu

Deizm ve Ateizm Üzerine: V

Gündem 20.05.2025 - 12:33, Güncelleme: 20.05.2025 - 12:33
 

Deizm ve Ateizm Üzerine: V

Deizmin ve ateizmin tüm dinlerde anlatılan hurafelerden kaynaklandığını söylemiştik. İnsanlığı, manevi inançlardan soğutan ve DİNSİZLİK-ALLAHSIZLIK noktasına iten bunalımın sebepleri bunlardır.

Mucize olarak nakledilen birçok olayın günümüz şartlarında bilimsel açıklamaları ve hatta tekrarlanmaları mümkün olmaktadır. Geçmişte tabiat kanunların aykırı olarak gerçekleşen birçok olay, günümüzde binde-milyonda-miyarda bir ihtimalle de olsa mümkün görülmektedir. Örnek olarak: babasız doğan Hz. İsa’nın, Zerdüst’ün (Mecusiliğin kurucusu) ve Orpheus’un (Eski Yunan’da tek Tanrılı dinin kurucusu) doğumlarının tıbbi açıklamaları mümkündür. Ölüleri dirilttiği söylenen Hz. İsa’nın yaptığı işin benzerini, günümüzde Hint fakirleri ve diğer bazı mistikler -kalb ritimlerini ileri derecede düşürerek-yapabilmektedir. Dolayısıyla “mucizeler, yaşandıkları çağın bilgi sınırlarının dışında kalan olaylardır” demek daha doğru olacaktır. Ancak bu sözlerimiz metafizik bir alemin varlığını reddettiğimiz anlamını taşımamaktadır. Muhakkak ki metafizik vardır ve ezoterik bilgiler nesilden nesile nakledilmektedir. Ancak ortadan dolaşan şıhların, mürşidlerin samimiyetleri sorgulanmalıdır. Zirâ, gerçek “hâl ehli olanlar”, kendilerine bahşedilen “hâl”i açık etmezler ve İslâm’a zarar verebilecek hiçbir eylemde bulunmazlar. Hemen belirtelim böylesi din tüccarları sadece İslâm’a has olmayıp; tüm dinlerde bulunmaktadırlar. Gerçek mucizeler, yaşandığı çağda henüz bilinmeyen bilgilerin yüzyıllar öncesinden haber verilmesidir. Akdeniz’le Atlas Okyanusu arasındaki su ilişkisi (karışmaması) buna örnektir. İnsanlığın, ay-güneş tutulmalarında göğe ok attıkları dönemlerde, uzaya gidilebileceğinden bahsedilmesi de bir diğer örnektir. Kısacası, Kur’ân-ı Kerîm’in mealinin çağın bilimsel gerçekleri karşısında yeniden yazılması-yorumlanması ve bu göreve tüm bilim ehillerinin ortaklaşa katılmaları gerekmektedir. Öyle bir meal yazılmalıdır ki, ayetler konularına göre, ilahiyatçıların yanında tıp, mühendislik, fizik, kimya astronomi, zooloji, botanik gibi pozitif bilimler ehillerince de yorumlanmalı/katkıları alınmalıdır. Maalesef bu konuda, geçmiş asırlardan daha geriye gittiğimiz bir gerçektir. Çarpıcı bir örnek olarak: İbrahim Hakkı'nın "Marifetnâmesi"nden: “Hak teala’nın tesiri ile…. Önce madenler hasıl olup, ondan bitkiler peyda olup, ondan hayvanlar vücuda gelmiştir. Hayvan kemâlini buldukta; insan ortaya çıkmıştır. .. Madenler ile bitkiler arasında aracı mercandır. Bitkiler ile hayvanlar arasında aracı Hurma ağacıdır… Hayvanlar ile insanlar arasındaki aracıların en belirgini maymundur. Zira ki cümle azası, kıl ve kuyruğundan başka, dışı ve içi insana benzer.” Bu ifadelerin yazıldığı yıl 1757’dir. Aradan geçen 270 yıldan beridir. Bu görüşün üzerine çağın ilahiyatçıları (bir-iki istisna ile) bir kelime koyamadıkları veya eleştiri getiremedikleri gibi; yok saymayı tercih etmektedirler. “Niye böyle oluyor?” derseniz… Ulema siyâsetin emrine girdiği için, derim. Guya Maturidî olan ülkemizde câmilerimizin, diyânetimizin ve cümle tarikatların Eş’arîli’ğe kaydığı için derim. “Ulu’l emr”i, “Vahy”in önüne geçirdikleri için derim. Ülkemizde, -Osmanlıların ilk dönemleri hariç- idare ile anlaşmazlığa düşüp görevinden ayrılan rektörler, dekanlar, bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, sıradan devlet memurları ve hatta genelkurmay başkanı bile vardır da… Bir tane Diyanet İşleri Başkanı yoktur. Hatta “İnancım gereği ben bu diyanette çalışamam” diyen bir cami hocası bile duymadım. Neden acaba? Halbuki ilim ehlinin giydiği cübbelerin düğmesi yoktur. Bu sebeple kimsenin önünde cübbelerini iliklemezler. İhtiyacımız: İmâm-ı Âzam karakterindeki bilim adamlarıdır. Kısaca hatırlatalım: Ebu Hanife, Halife Ebu Cafer el-Mansur tarafından teklif edilen Bağdat’ın kadılığı görevini reddeder. Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyler. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atılır. Tekrarlanan görev teklifini reddedince, on iki gün müddetle günde on kırbaç vurulur. Akabinde Ebu Hanife’yi tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sorar. Aralarında mantık-muhakemeye örnek gösterilebilecek, şöyle bir konuşma geçer: Ebu Hanife: “Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim.” Halife:“Yalan söylüyorsun”. İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa lâyık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla ithâm etti. Eğer yalancı isem bu işe liyâkatim yok demektir. Eğer liyâkatsizlik itirâfında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve lâyık değilim.” Bunun üzerine, İmam-ı Azam hapse geri gönderildi. Bir müddet sonra da vefât etti. Zehirlenerek katledildiğine dair rivâyetler vardır. “Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Temimi (Ö. H.333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, 'Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur'un ısrarı üzerine Ebu Hanife sütü içti; sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur, nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife, 'Senin gönderdiğin yere.' cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.” Âlim, budur; böyle olmalıdır; böyle ölmelidir. (Allah rahmet eylesin.) Devam edeceğiz.
Deizmin ve ateizmin tüm dinlerde anlatılan hurafelerden kaynaklandığını söylemiştik. İnsanlığı, manevi inançlardan soğutan ve DİNSİZLİK-ALLAHSIZLIK noktasına iten bunalımın sebepleri bunlardır.

Mucize olarak nakledilen birçok olayın günümüz şartlarında bilimsel açıklamaları ve hatta tekrarlanmaları mümkün olmaktadır. Geçmişte tabiat kanunların aykırı olarak gerçekleşen birçok olay, günümüzde binde-milyonda-miyarda bir ihtimalle de olsa mümkün görülmektedir.

Örnek olarak: babasız doğan Hz. İsa’nın, Zerdüst’ün (Mecusiliğin kurucusu) ve Orpheus’un (Eski Yunan’da tek Tanrılı dinin kurucusu) doğumlarının tıbbi açıklamaları mümkündür.

Ölüleri dirilttiği söylenen Hz. İsa’nın yaptığı işin benzerini, günümüzde Hint fakirleri ve diğer bazı mistikler -kalb ritimlerini ileri derecede düşürerek-yapabilmektedir.

Dolayısıyla “mucizeler, yaşandıkları çağın bilgi sınırlarının dışında kalan olaylardır” demek daha doğru olacaktır.

Ancak bu sözlerimiz metafizik bir alemin varlığını reddettiğimiz anlamını taşımamaktadır. Muhakkak ki metafizik vardır ve ezoterik bilgiler nesilden nesile nakledilmektedir. Ancak ortadan dolaşan şıhların, mürşidlerin samimiyetleri sorgulanmalıdır. Zirâ, gerçek “hâl ehli olanlar”, kendilerine bahşedilen “hâl”i açık etmezler ve İslâm’a zarar verebilecek hiçbir eylemde bulunmazlar.

Hemen belirtelim böylesi din tüccarları sadece İslâm’a has olmayıp; tüm dinlerde bulunmaktadırlar.

Gerçek mucizeler, yaşandığı çağda henüz bilinmeyen bilgilerin yüzyıllar öncesinden haber verilmesidir. Akdeniz’le Atlas Okyanusu arasındaki su ilişkisi (karışmaması) buna örnektir. İnsanlığın, ay-güneş tutulmalarında göğe ok attıkları dönemlerde, uzaya gidilebileceğinden bahsedilmesi de bir diğer örnektir.

Kısacası, Kur’ân-ı Kerîm’in mealinin çağın bilimsel gerçekleri karşısında yeniden yazılması-yorumlanması ve bu göreve tüm bilim ehillerinin ortaklaşa katılmaları gerekmektedir.

Öyle bir meal yazılmalıdır ki, ayetler konularına göre, ilahiyatçıların yanında tıp, mühendislik, fizik, kimya astronomi, zooloji, botanik gibi pozitif bilimler ehillerince de yorumlanmalı/katkıları alınmalıdır.

Maalesef bu konuda, geçmiş asırlardan daha geriye gittiğimiz bir gerçektir.

Çarpıcı bir örnek olarak:

İbrahim Hakkı'nın "Marifetnâmesi"nden: “Hak teala’nın tesiri ile…. Önce madenler hasıl olup, ondan bitkiler peyda olup, ondan hayvanlar vücuda gelmiştir. Hayvan kemâlini buldukta; insan ortaya çıkmıştır. .. Madenler ile bitkiler arasında aracı mercandır. Bitkiler ile hayvanlar arasında aracı Hurma ağacıdır… Hayvanlar ile insanlar arasındaki aracıların en belirgini maymundur. Zira ki cümle azası, kıl ve kuyruğundan başka, dışı ve içi insana benzer.”

Bu ifadelerin yazıldığı yıl 1757’dir. Aradan geçen 270 yıldan beridir. Bu görüşün üzerine çağın ilahiyatçıları (bir-iki istisna ile) bir kelime koyamadıkları veya eleştiri getiremedikleri gibi; yok saymayı tercih etmektedirler.

“Niye böyle oluyor?” derseniz… Ulema siyâsetin emrine girdiği için, derim. Guya Maturidî olan ülkemizde câmilerimizin, diyânetimizin ve cümle tarikatların Eş’arîli’ğe kaydığı için derim. “Ulu’l emr”i, “Vahy”in önüne geçirdikleri için derim.

Ülkemizde, -Osmanlıların ilk dönemleri hariç- idare ile anlaşmazlığa düşüp görevinden ayrılan rektörler, dekanlar, bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, sıradan devlet memurları ve hatta genelkurmay başkanı bile vardır da… Bir tane Diyanet İşleri Başkanı yoktur.

Hatta “İnancım gereği ben bu diyanette çalışamam” diyen bir cami hocası bile duymadım.

Neden acaba?

Halbuki ilim ehlinin giydiği cübbelerin düğmesi yoktur. Bu sebeple kimsenin önünde cübbelerini iliklemezler.

İhtiyacımız: İmâm-ı Âzam karakterindeki bilim adamlarıdır.

Kısaca hatırlatalım:

Ebu Hanife, Halife Ebu Cafer el-Mansur tarafından teklif edilen Bağdat’ın kadılığı görevini reddeder. Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyler. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atılır. Tekrarlanan görev teklifini reddedince, on iki gün müddetle günde on kırbaç vurulur. Akabinde Ebu Hanife’yi tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sorar. Aralarında mantık-muhakemeye örnek gösterilebilecek, şöyle bir konuşma geçer:

Ebu Hanife:Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim.”

Halife:“Yalan söylüyorsun”.

İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa lâyık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla ithâm etti. Eğer yalancı isem bu işe liyâkatim yok demektir. Eğer liyâkatsizlik itirâfında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve lâyık değilim.”

Bunun üzerine, İmam-ı Azam hapse geri gönderildi. Bir müddet sonra da vefât etti. Zehirlenerek katledildiğine dair rivâyetler vardır.

Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Temimi (Ö. H.333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, 'Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur'un ısrarı üzerine Ebu Hanife sütü içti; sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur, nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife, 'Senin gönderdiğin yere.' cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.”

Âlim, budur; böyle olmalıdır; böyle ölmelidir. (Allah rahmet eylesin.)

Devam edeceğiz.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve samsunetikhaber3.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.