Pirus Zaferi

Ordusunun önemli bir bölümüyle birlikte en yakın kurmaylarını ve dostlarını savaş meydanında kaybeden Pirus için bu zafer, bedeli en ağır askeri başarılardan biri olarak tarihe geçmiştir.

Aradan geçen yaklaşık 2300 yıla rağmen, insan doğasındaki bu paradoks değişmedi. Günümüzde artık meydanlarda kılıçlarla büyük savaşlar vermiyor olabiliriz; ancak yaşamın içinde, özellikle maddi güç elde etme uğruna bazen öyle ağır bedeller ödüyoruz ki elde ettiğimiz başarılar hüzünlü birer galibiyete dönüşüyor. Para kazanma hırsıyla feda ettiklerimiz, kazandığımızın değerini gölgeleyerek modern dünyada bizlere kendi 'Pirus zaferlerimizi' yaşatıyor.

Maddi kazanç uğruna söylenen yalanlar ve hırsımıza yenik düşerek hızlı bir şekilde feda edilen dostluklar, aslında modern zamanın 'Pirus Zaferleri'dir. İnsanlar, cüzdanlarını doldururken karakterlerinden ve güvenilirliklerinden öyle büyük ödünler veriyorlar ki; elde ettikleri para, kaybettikleri insanlığın yanında anlamsız kalıyor. Belki günün sonunda bir miktar kazanç sağlıyorlar ama ödenen bu ağır manevi bedel, galibiyeti koca bir hüsrana dönüştürüyor.

Maddi kazanç uğruna söylenen yalanlar, insan ilişkilerindeki güven zeminini onarılmaz bir şekilde parçalıyor. Güven, tıpkı kırılan bir cam gibidir; parçaları bir araya getirseniz de izleri her zaman baki kalır. Bir kez yalanın gölgesi düştü mü kişinin üstüne, o kişi bin doğru da söylese de artık her kelimesi şüpheyle tartılır. Kırılmış testinin su tutmadığı gibi güven duygusu onun ruhundan akıp gider. Kişi hatasını anlayıp tövbe etse dahi, karşısındaki insanın zihnindeki o kuşku bulutu kolay kolay dağılmaz. Bu tam manasıyla bir 'Pirus Zaferi'dir: Yalanla bir miktar kazanç elde etmiş olabilirsiniz ama karşılığında bir insanın güvenini kaybetmek demek, işte bu anda kişi büyük yenilgisini almıştır. Beş paraya güvenini satmış ve bir daha o güven geri gelmemek üzere onu terk etmiştir..

Bu kişi o an para kazanabilir veya güç elde edebilir, ancak yalanın hüküm sürdüğü bir düzende asıl yitip giden insanlığın kendisidir. Bir insanın bedenen hayatta olması, gerçekten yaşadığı anlamına gelmez. Vicdanı ve karakteri ölmüş bir birey, fiziksel varlığını sürdürse de toplum için ruhsuz bir bedenden çok daha tehlikelidir. İşte bu yüzden kadim bilgeler, 'İnsanın ölüsünden değil, asıl vicdanı ölmüş canlısından kork' demişlerdir. Çünkü asıl yıkım, nefes alan ama insani değerlerini yitirmiş ruhlardan gelir.

Sonuç olarak; hayatın zorlu sınavlarında insan bazen öyle bir noktaya savruluyor ki, kendi vakarından ve haysiyetinden ödün vererek öz saygısını ayaklar altına alabiliyor. Oysa bir insan için kaybedilmesi en zor olan, yine kendi onurudur.

Para, bir araç olmaktan çıkıp bir amaç haline geldiğinde, insanı kendi hırsının tutsağı yapar. Servet biriktirme gayesiyle onurundan ve öz değerlerinden ödün veren bireyler, aslında rakamlar arttıkça ruhsal bir yoksulluğun içinde yanarlar. Cehennemin başka bir türlüsü olan bu kaynar kazanda kavrulanlar ne bir vücuttur nede bir ten, ruhları, kişilikleri, düşünceleri, duyguları yanar ve körelir sevme duyusunu, aşk duyusunu, kaybeder onlara karşı kör olmaya başlarlar, kararır hisleri paradan başka bir düşüncesi olmaz bu kişilerin. Bu kör hırs, kişiyi en sonunda öyle bir noktaya taşır ki; güvenilmez, vefa duygusunu yitirmiş ve hatta kendi köklerine, anne-babasına dahi yabancılaşmış ruhlar ortaya çıkar. Yaşam boyunca çok para kazandıklarını sanan bu kişiler, aslında insaniyet namına derin bir uçuruma yuvarlanmaktadır.

Binlerce yıl evvel Makedonyalı Pirus, Roma ordusuna karşı galip gelmişti; ancak bu zaferin bedeli, en sadık dostlarını, generallerini ve ordusunun büyük bir kısmını savaş meydanında bırakmak oldu. Elde edilen başarı, ödenen ağır bedellerin gölgesinde kalarak tarihe hüzünlü bir yıkım olarak geçti. Peki, bugün modern dünyada her birimiz, kazandığımızı sandığımız anlarda aslında kendi 'Pirus Zaferlerimizi' yaşamıyor muyuz?

Maddi kazançların peşinde sürüklenirken, hayatın asıl zenginliklerini birer birer feda etmiyor muyuz? Parayı kovaladıkça dostlarımızdan kopmuyor muyuz, geri gelmeyecek en kıymetli sermayemiz olan zamanımızı tüketmiyormuyuz. Öyle bir hırsa kapılıyoruz ki, varlığımızın temeli olan anne ve babalarımızı bile göremez, seslerini bile duymaz oluyoruz. Sonunda elimizde kalan bir miktar kâğıt parçası, ama yüreğimizde bıraktığı derin bir ıssızlık oluyor.